Yeşil Bina Dergisi 39. Sayı (Eylül-Ekim 2016)

YEŞİL BİNA / EKİM 2016 27 “o” gün geldiğinde ne kadar kendi içinde yeterli olacak, krize ne kadar dirençli sorularında saklı. Bu elbette sadece bina- nın hazırlıklı olması ile değil, bina içinde yaşayanların da hazırlıklı olmasıyla alakalı bir konu. Bu anlamda binaların insanların tüketim odaklı alışkanlıklarını ters yönde değiştirebilecekleri, bu yönde yeni davra- nışlar geliştirebilecekleri farkındalığa da vesile olması gerekir. Ancak Yeşil Bina kavramında bu araçlar ne kadar mevcut, bu konu hakkında çok da bilgi sahibi değilim. ALPER AKYÜZ: Yeşil Binaların ekolojik krize yanıt verebilecek en önemli potan- siyeli, bina ve yerleşimlere olan sistematik yaklaşımı, bunun için ürettiği yeni bilgi ve teknoloji ile oluşturduğu olumlu algı sonucu gelişen sembolik sermaye şek- linde belirtilebilir. Bu, krizlere dayanıklılık ve kriz sonrası hayatta kalmak için önemli bir potansiyel. Öte yandan tüketimi artır- maya, sınırsız büyümeye ve kâr maksimi- zasyonuna dayalı herhangi bir sistemin son kertede “yeşil” olması mümkün değil. Örnek olarak tüketimin mabetleri olan büyük alışveriş merkezleri operasyonel anlamda kendi kaynak gereksinimleri ve atık üretiminden kaynaklanan ekolojik ayak izlerini, gerek bina tasarımı gerekse de diğer yöntemlerle sıfırlayarak en üst düzey sertifikaları alsalar bile, ticari kuru- luş olarak kârlarını maksimize etmeleri ancak birim zamanda içlerine girip çıkan tüketim mallarının artmasıyla müm- kün, bu da doğa üzerinde hem kaynak çıkarma, hem de atık üretimi açısından giderek artan bir baskı yaratacaktır. Aynı zamanda özellikle verimlilikten söz eder- ken tasarruf edilenin başka bir kanala veya yatırıma yönlendirilmesi sonucu toplam tüketimin ve ekoloji üzerindeki baskının artacağını söyleyen Jevons para- doksuna da dikkat etmek gerekir. ARDA MOLTAY: Her ikiniz de tüketim alışkanlıklarının gözden geçirilmesi gere- ğinden bahsediyorsunuz. Bu noktada belki de şunu tartışmak gerekiyor; kur- duğumuz düzenler, bina olsun, toplumsal yapılar olsun, ekolojik olmak adına bazı zorlamalar önermeli mi, yoksa ekolojik yaşama ancak bireysel ya da kurumsal gönüllülük ile mi ulaşılabilir? Biraz önce Güneşin, alışılmış konfor beklentisinin bir şımarıklık olduğunu ifade etti. Kon- for sınırlarının dışına gönüllü olarak çıkıp çıkmamayı geçen günlerde İsviçre bir referandum aracılığıyla tartıştı. Seçenek- ler, 2050’ye dek hükümet politikalarının İsviçre’nin, tüm dünya İsviçre gibi yaşasa idi üç dünyaya bedel olan ekolojik aya- kizinin tek bir dünyaya hükümet poli- tikaları yolu ile indirilmesi, yani kaynak tüketimini kısıtlayıcı, sirküler ekonomiyi geliştiren önlemler alınması ya da Paris Anlaşması’nı sağlayacak yola gönüllü devam edilmesiydi. Gönüllülük tercih edildi (%36 vs. %64). Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim? ALPER AKYÜZ: Etki gücü olarak düşü- nürsek birisi ya da diğeri gibi bir seçim yapmak zorunda değiliz; ikisinin dengeli olarak kurulduğu ve kullanıldığı bir sis- teme ihtiyaç var. Sadece zorlayıcı düzen- lemeler, karar meşru ve temsil gücüne sahip kurumlarca dar anlamıyla demok- ratik olarak alınmış olsa bile, gerek iş dün- yasının, gerekse de yurttaşları gönüllü katılımdan yabancılaştırma ve dolayısıyla buldukları her tür boşluktan yararlanmaya itecektir. Bu da başka bir adaletsizlik doğurur. Öte yandan bağlayıcı ve yaptırımı olan bir düzenleme yapmadan sadece gönüllü katılıma bırakıldığında ise özel- likle piyasa koşullarının zorlayıcı olduğu durumlarda maliyet açısından ilk gözden çıkarılan önlemlerin, şirketlerin çevre ve emek koşullarını iyileştirmek için yaptıkları olduğunu gözleyebiliyoruz. Benzeri bir durum bireyler için de geçerli ve sadece gönüllülüğe bırakıldığında yaygın olarak benimsenmesini şansa bırakmış oluyoruz. Dolayısıyla ikisi birbirini tamamlayacak şekilde ilerlemeli. Öte yandan her ikisinin de yetersiz olduğu durumda ister istemez ve gönüllü olup olmadığımıza bakmadan doğa bize yapılması gerekenleri ya da karşılaşaca- ğımız bedelleri dayatacak ve hatta dayat- maya başladı bile. O zaman karşılaşacağı- mız etik sorun ise bu bedelleri ödemekte eşit olup olmadığımızdır. GÜNEŞIN AYDEMIR: Geçilmesi ve geçil- memesi gereken bazı eşikler var. Ne ki bu eşikler sır gibi, kendilerini göster- dikleri zaman iş işten geçmiş olabiliyor. Doğadaki sistemler de böyle. Dünyanın yutakları ne zaman dolacak bilmiyoruz ama dolacağını biliyoruz. Bu soruyu “son sözü doğa söyler” diyerek bağlamak isti- yorum. Doğa konuşmaya başlayınca çok farklı bir dünyada olacağımızı biliyoruz. Umarım insanlık, o an gelmeden -ki çok vakti kalmadı düşüncesindeyim- gereken sorumluluğu almaya gönüllü olur. ARDA MOLTAY: Alper Bey, başlarken hedefin, “umut ve çıkış için ipuçları ara- mak” olduğunu söylemiştiniz. İpuçlarını yeterli hızda bulabiliyor muyuz? ALPER AKYÜZ: Hayır, maalesef bulamı- yoruz ama şunu görebiliyoruz; toplumsal ve/veya siyasi irade ortaya konabilirse elimizde gerekli teknoloji var. Yani sorun teknoloji veya ekonomik olup olmama sorunu değil. Krizin yıkıcı- lığı, yakıcılığı ve geriye döndürülemezlik olasılığı arttıkça demokratik olduğunu düşündüğümüz sistemlerin krize yanıt vermekteki kapasitesi, dolayısıyla meşrui- yeti ve etkililiği giderek daha fazla tartışma konusu olmaya başlıyor. Ancak bizim ders içinde değindiğimiz girişimler başka bir türlüsünün teknolojik, ekonomik ve top- lumsal olarak mümkün olduğunu ortaya koyuyor. Bunun da ötesine geçerek gerek krize dayanıklılık, gerekse de kriz son- rası yaşam için içerisinde fazlasıyla ipucu barındırıyor.

RkJQdWJsaXNoZXIy MTcyMTY=